Pazartesi, Mayıs 02, 2016

İnsan-ı Kabil



Habil'i Öldüren Kabil, Gaetano Gandolfi. 17. YY


Habil, imanla, Tanrı’ya Kabil’den daha iyi kurban takdim etti, ve onun hediyeleri hakkında Tanrı şahadet ederek, bununla salih olduğuna şahadet olundu; ve ölmüş olduğu halde, bu vasıta ile hâlâ söylüyor.
İbranilere Mektup, 11:4
Saçmalıklar Kitabı

Kendimi size tanıtmak istiyorum. Bunu yaparken ailemizin bize koyduğu isim ve ailemize diğerleri tarafından konulan soy ismini kullanmayacağım. Başkalarının beni tanımlamak için kullandıkları kelimelerin bir ehemmiyeti yok. Mühim olan kim olduğum değildir, ne olduğumdur. Yanlış anlamayınız. Kendime bir nesne muamelesi yapmıyorum. Fakat birinin gerçekte ne olduğunu anlamak için onun tabiatını bilmeniz gerekmektedir. Onun tabiattaki isimi onu tarif eder. Filozofların, simyacıların ve efsunbazların asırlardır kişinin ve maddenin gerçek ismini öğrenmek için didinmeleri boşuna değildir. Velhasıl konuyu daha fazla uzatmayayım.

Bendeniz eskilerin deyişi ile bir hilkat garibesiyim. Yani evvelce görülmemiş tuhaf, şaşılacak bir yaratığım. İzin verirseniz bunu açıklamaya gayret edeyim. Sizlerin daha iyi idrak edebilmesi için bu ifadeyi parçalarına ayırarak incelemekte fayda var. İlk kısmı olan evvelce görülmemişi daha sonra açıklamak üzere bırakıyorum. Tuhaf ve şaşılacak deniliyor. Kime, neye göre? Bu ifadeyi kullanan sizlersiniz. Yani Âdem ve Havva'nın evlatları olan sizlere göre. Sizleri bihaber ve basit etfal[1], sübyan taifesi şeklinde tarif etmek daha isabetli olacaktır. Lütfen yanlış anlamayınız. Söylediklerim aşağılamak amaçlı değil. Sadece kendimi sizlere daha doğru ifade edebilmek için bir kerteriz alıyorum ve bu kerterizi tanımlıyorum. İfade etmek istediğim kerteriz sizlersiniz ve de sizler Âdem ve Havva'dan olma bir ırk olduğunuza göre çocuk olarak tanımlamakta bir beis görmüyorum. Tabi ki bu çocuk ve bihaber ifadesi aynı zamanda dimağınızın henüz yeterince gelişmemesine de bir gönderme. Sizler halen büyümektesiniz. Ne yazık ki bu süreciniz biraz yavaş ilerliyor. Basit dedim. Bu da bir aşağılayıcı kelime değildir. Basitin anlamı sade, düz, arızasız, engelsiz, geniş, yaygın ve yalın olarak açılabilir. Yani Arzın üzerine yayılmış, birbirine benzeyen, normali oluşturan. İfadelerimi bir araya getirirsem Arzın üzerine yayılmış, Âdem ve Havva'dan türeyen, ufak tefek farklılıkları ile birbirinin benzeri olan, normali oluşturan, halen öğrenme süreci devam eden, ne yazık ki yavaş olarak, bu nedenle de çevresinde olan biten pek çok vakaya eksik veyahut yanlış anlamlar yükleyen bir ırktan bahsediyorum. İşte "evvelce görülmemişi" de beni tanımlarken bu yüzden kullanıyorsunuz. Çünkü körsünüz. Cehaletiniz sizi kör ediyor.
Sizlere göre evvelce görülmemiş tuhaf ve şaşılacak bir mahlûkatım. Yani bildiklerinizin dışında ve izahatı zor olduğu için görülmemiş, sizlerden daha gelişmiş ve besin zinciri adını verdiğiniz tabiatta sizlerin üzerinde olduğum için ve pek çok konuda sizlere galebe çaldığım için tuhaf ve şaşılacak bir mahlûkum.
Evet, bir mahlûkum çünkü doğmuşum ve yaratılmışım. Sizlerin arasında doğmuşum fakat yaratılmam, evirilmem sizlerle alakalı değil. Basitin arasından mükemmeliyete bir yükselişi ifade ediyorum. Âdem ve Havva'nın laneti olan bu bedeni geride bıraktım. Besin zincirinde üzerinize çıktım. Bedenen ve ruhen sizi aştım. Gözümdeki cehalet perdesini kaldırıp bâtınî ve zahirîyi okuyorum artık. Gaib[2] bana açık artık. Evveli ve gabiri[3] biliyorum. Sizlerin ise dimağınız beni almıyor. Almadığı için göremiyor, anlamlandıramıyorsunuz. Hatta yeri geliyor aşağılıyorsunuz. Kardeş katili, sürgün, gezgin, berduş diyorsunuz. Hâlbuki beni evvelden beri görüyor, biliyor ve tanıyorsunuz. Eski Ahit'ten beri sizlerin gözü önündeyim. Âdem ve Havva'nın altında, İbrahim'in karşısında, Nuh'un önünde, Lilit'in yanında, Eyüp’ün arkasında, Habil'in üstündeyim. Sizlerden üstünüm. Kimseye hizmet etmiyorum. Ben Kabil'im.
Size ne olduğumu umarım ifade edebilmişimdir. Eski bir alışkanlık olarak müfredatı anlatırken konuyu uzatabiliyorum. Dediğim gibi bir tür meslek hastalığı bu. Hoş talebelerim bundan memnun olduklarını söylerlerdi hep. Belki de muallim olarak üzerlerindeki gücümden dolayı yaptığım her davranışı beğenmek zorunda da hissediyor olabilirlerdi. İnsan doğası böyle işte. Güçlü karşında biat etme ihtiyacı.
Her neyse, ne olduğumu tarif ettiğime göre, nasıl olduğunu da anlatmaya çalışayım. Bu noktada dikkat etmeniz gereken isimler, tarihler, yerler gibi zahirî değildir. Nasıl, bir yolculuktur ve bu yolculuk aslında bâtınîdir. Her şey heyûlâ[4] ile başladı. Hem kâinat için hem de benim için. İçinde bulunduğum kibirli cehaletimde, her şeyi bilebilecek, bulabilecek ve çözebilecek sanırdım kendimi. En azından o anda bulunduğum halde. O zamanlar daha ham idim, aç idim. Açlığım bilgiye, öğrenmeye, çözmeye idi. Cahiliye dönemimde bile göz önünde olan her şeyin daha büyük bir hakikatin yansıması olduğunun farkındaydım. Hep perdenin arkasında olduğunu hissettiğim fakat bulamadığımın peşinde koştum. Kitaplar, dersler, talebeler, mektepler, deneyler birbirini kovaladı. Hiç bir şey tatmin etmiyordu beni. Her çözdüğüm soruda, hep kurduğum denklemde, her bulduğum teoride bir eksiklik vardı. Bilgiye karşı olan susuzluğum bir türlü dinmiyordu. Her soru, her cevap sadece benim cehaletimi yüzüme vuruyordu. İşte ilk o zaman fark ettim henüz hakikate ulaşmayacak kadar basit olduğumu. Heyûlâya erişmek için, ona layık olabilmek için kendimi aşmam gerekiyordu. Bir nevi Zül-cenaheyn [5]olmalıydım. Ancak susuzluğumun devası olacak, içimdeki bitmeyen açlığı dindirecek bir ilaç yoktu. Daha doğrusu olmadığını sanıyordum. Herhalde ilk kez o günlerde duydum Vakf-ı Küberayı.
Vakf-ı Kübera diye adlandırmışlardı cemaatlerini. Oysa onlar gibi pek çok dernek, loca, cemaat vardı. İsimleri azametli, törenleri gösterişli. Ancak onları ayıran büyük fark onların hakikati arayan bir cemaat değil, hakikati bulmuş bir cemaat olmaları idi. Tabi o zaman daha bunu bilmiyordum. Haklarında fısıltı ile konuşuluyor. Destursuz isimleri ağıza alınmıyordu. Onlara karşı garip bir saygı, korku ve kıskançlık vardı. Dediğim gibi insan doğası işte. Pek çok kişi isimlerini bilse de yerlerini bilmiyordu. Pek çok kaynakta üstü kapalı göndermeler vardı. Ama açık adresleri, üyeleri yoktu.
Yeni bilmecem bu olmuştu: yerlerini bulmak ve bildiklerini bilmek. Önce kitaplarda aradım. Kütüphaneleri gezdim. Mekteplere gittim. Kitapçıları taradım. Haklarında yazılanlar hep dolaylıydı. Çevrelerinden dolaşıyordu her bilgi kırıntısı. İma ediyor ama işaret etmiyordu. Susuzluğum ve açlığım giderek artıyor adeta beni çıldırtıyordu. Onların varlığını bilmek ama bulamamak dayanılmaz bir zulümdü. Kitaplarda bulamayınca insanlara yöneldim. Benim gibi muallimlere gittim. Bana ders verenlere ve benimle ders verenlere. Her türlü ilime sahip insanla görüştüm. Fizik, kimya, cebir, felsefe, tarih ve diğerleri. Onlar da benim kadar cahillerdi. Hiç faydaları olmadı. Yıllarca talebeleri eğitmiş ama cahil kalmıştık.
Sonra diğer derneklere gittim. Garip törenleri ve adetleri olanlara. Şaşalı sözler, ucu açık vaatler dışında bir şey bulamadım. Hepsi önce Vakf-ı Küberayı sonra da diğerlerini kötüledi. Hâlbuki hepsi de birbirinden cahildi. Yetinmedim kendilerine efsunbaz diyen şarlatanlara sordum. Hepsinin yaldızları altındaki küflenmiş etlerini gördüm. Simyacılara gittim. Ne altın ne de cevap bulabildim.
Açlığım ve susuzluğumun beni iyice divane ettiğinde artık insanlıktan çıkmaya başladım. Yemez, içmez, konuşmaz oldum. Ne işimin ve ne ailemin bir ehemmiyeti kaldı. Her şeyi önce yavaş sonra süratle kaybettim. Hepsi benden kaçtı gitti. Sanırım ilk vaz geçen işim oldu. Lakin eşimin hakkını teslim etmeliyim iş olmayınca onun da gitmesi bir kalp atışı kadar çabuk oldu. Dost dediklerim de ben demiştim diyerekten uzaklaştılar. Akraba ve eşraf sadece acıyan gözlerle baktılar. Ailenin kara koyunu, mahallenin meczubu oldum. Böylece her şeyimi kaybetmiş oldum. Yine de mühim değildi, tek mühim olan cevap idi, o da halen yoktu. Cevabı bulabilmem için her şeyimi kaybetmen gerekirmiş bunu şimdi anlıyorum. Kendini vermeden bulamazsın, alamazsın. Ölmeden doğamazsın. Almadan vermek çok azına nasip olmuştur.
Aklımı, işimi, ailemi, servetimi kaybetmiştim. Elimde tek kalan insanlığımdı. Sırada o vardı. Meczup, derbeder ve müptezel bir halde dolaşırken eski bir hocamı buldum. Belki de o beni bulmuştur. Orası puslu. Zaten mühim de değil. Bu zat mektepte hocamdı. Ben daha hem cahil hem de sabi bir talebe iken müfredat olan fenni ilimler dışında, diğerlerinin dudak büktüğü hatta arkasından alay ettiği mevzular anlatırdı. Garip bir adamdı. Anlattıkları gibi yaptıkları, okudukları ve hatta giydikleri bile garipti. Ne mektebe ne de bizlere ait gibi değildi. Aklı hep karışık, hep dalgın ama her konuda bilgisi olan bir zattı. Çok bildiğinden olsa gerek biraz kibirli idi. Onunla dalga geçenleri umursamaz ama bilmediklerini yüzüne vurarak aşağılardı. O zaman bile yaşlı idi.
İşte bu hocamla karşılaşmam yolculuğumun sonu oldu. Nerede ve neler konuştuk pek hatırlamıyorum. Tek hatırladığım aradığım cevaba sahip olduğunu söylediği andı. O an halen buğulu olan geçmişte bir fener gibi ışıldıyor. Çok net ve canlı bir anı. O andaki mağrur ifadesini, yüzündeki kibri halen hatırlıyorum. “Sen bulamazsın” dedi bana. “Yeterli değilsin” dedi. Daha pek çok şey söyledi. Yüzündeki üstünlük taslayan o bakış ezdi. Her sözü ayrı ayrı battı. Küçümseyici sıfatı mı delirtmişti beni yoksa sarf ettiği iğneleyici sözler mi bilmiyorum. Ama içimde kabaran bir şey bana dayanma ve cevap verme gücü verdi. O aşağılayıcı sözlerine cevap verip yüzündeki o ifadeyi sildim. Verdiğim cevaptan sonra her yer kan olmuştu fakat cevabı bulmuştum. Benliğimi, insanlığımı orada terk edip geride bırakmıştım. Nasıl bilmiyorum ama ondan sonra geldiler bana. Belki o gün belki bir kaç gün sonra. Zamanın bir ehemmiyeti yok. Vakf-ı Kübera. Cemaatimi buldum ve oldum. Gerisi teferruat.
Zebani dersiniz bana. Doğrudur. Ancak sanmayın ki zebani kelimesi cehennem taifesini tarif eder. Aslında kökü zebandır yani dildir, lisandır. Konuşmaz idim konuştum. Okuyamaz idim okudum. Bilmez idim bildim. Ben olmadan önce ham idim, çiğ idim, piştim, oldum. Olmam için ateş gerekti. Siz cahillerin cehenneme layık gördüğünüz ateş. Zahirî ile bâtınîyi, çiğ ile pişmişi ayıran ateş. Et idim, piştim zebanı bildim, zebani oldum. İnsan idim, İnsan-ı Kamil oldum.



[1] Etfal 1. Çocuklar
[2] Gaib ("ga" uzun okunur, a.s. gayb',gıyâb'dan) 1. görünmeyen, hazır olmayan, yok olan, kayıp. 2. i. gr. üçüncü şahıs, o.
[3] Gabir ("ga" uzun okunur, a.s.) 1. kalan. 2. i. gelecek zaman. 3. a. gr. gelecek zaman, fr. futur.
[4] Heyûlâ' (a.i.) 1. madde. 2. [eski fels.] bütün cisimlerin ilk maddesi olarak varsayılan madde. 3. zihinde tasarlanan şey. 4. tas. ruh-i a'zam. 5. eşyanın gerçek olan kısmı. 6. ehemmiyetsiz, küçük şey.
[5] Zü-l-cenâheyn (a.b.s.) 1. iki kanadlı; mec. zahirî ve bâtınî, yânî dünyâ ve âhirete ait bilgisi geniş olan kimse; zahirî ve bâtını ma'mur, mes'ut, bahtiyar olan kimse.

Hiç yorum yok: